Rusya!

Merhaba!

Gezinin üzerinden iki ay gibi bir zaman geçmiş olsa da 2 haftalık Rusya seyahatim hakkında buraya bir şeyler karalamak istedim.




Bildiğiniz gibi iki ülke arasında yaşanan uçak krizi öncesinde Türk vatandaşları olarak Rusya'ya vizesiz seyahat edebiliyorduk. Ben de uçağın düştüğü günlere denk gelen tarihe biletimi almış Rusya'ya gitmek için bekliyordum. Tam bu tarihlerde kriz yaşandı. Medyanın yarattığı endişe ortamı dolayısıyla biletimi yakıp seyahati gerçekleştirmedim. Yurtdışına yapacağım ilk seyahat olması dolayısıyla açıkçası biraz ürkmüştüm. 

Bu krizden sonra Rusya, Türk vatandaşlarına vize uygulaması getirdi. Ülkeye bizim açımızdan girişler haliyle zorlaştı. İnternette okuduğum yorumlar bu yöndeydi. Turistik vize almak istediğinizde sizden, kalacağınız otele yapılan ödemenin faturasını bile istediklerini okudum. Ben ziyaret amaçlı gidecektim, evde kalacaktım, haliyle bu vize bana uygun düşmüyordu. Konu hakkında bilgi almak adına Rusya Federasyonu Türkiye Büyükelçiliği'ne bir sabah vakti gittim fakat sadece soru sormak istesem bile içeri alınmadan vize işlerini yürüten bir şirkete yönlendirildim. Buradaki görevli hanımefendi evinde kalacağım kişinin beni davet etmesi durumunda daha kolay vize alabileceğimi söyledi. Biz de öyle yaptık, davetiyeyi elektronik ortamda almayı tercih ettik ve 1 ay sonra davetiye onay aldı ve bunun çıktısını hemen bu vize şirketine ilettim. Vizem bir sürpriz olmazsa 3 iş günü içerisinde çıkacaktı. (Vereceğiniz daha fazla ücretle bu süreyi 1 güne de kısaltabiliyorsunuz.) Gerekli belgeleri, formu, fotoğrafı, vs. pazartesi günü vize şirketini teslim ettikten sonra Cuma günü mesai bitimine yakın vizemi gidip şirketten aldım. Yani bütün işlemleri vize şirketinde hallettim, başka bir yere gitmedim.

Vizem çıkmıştı, bu vize işleri beni psikolojik olarak yorduğu için süreç sonunda oldukça keyiflendim, hemen biletimi alıp seyahat tarihini beklemeye başladım.

Kazan şehrine uçacak, seyahatimin büyük bölümünü orada geçirecektim. Hazırlıklarımı tamamladım, İstanbul'dan Kazan'a uçtum. Bir gece vakti Kazan Havaalanı'na indim. Eylül ayı olmasına rağmen oldukça soğuk bir hava vardı. Eh Rusya'ya gelmiştim...



Güzel bir uykudan sonra yolculuğun yorgunluğunu hemen attım, kahvaltı edip şehri keşfetmeye çıktım.


Kazan diyince akla gelen ilk yerler Bauman Caddesi ve Kul Şerif Camii. Eh haliyle hemen buraları gezmeye başladık.

Biraz klasik benzetme olacak ama Bauman Caddesi, İstiklal Caddesi gibi bir yer, pek bir esprisi yok, neden övüldüğünü anlayamadığım yerlerden oldu. Şehir merkezinde olmasının ekmeğini yiyen bir cadde. Her şeyi burada bulabiliyorsunuz.

Bauman Caddesi

Bauman Caddesi yakınlarındaki sokakları dolaştıktan sonra Kazan Devlet Üniversitesi'ni de görmek istedim. Mimari olarak çok güzel bir üniversite. İçini görmek istesem de giriş yapamadım.

Kazan Devlet Üniversitesi (Görsel: Google)

Kul Şerif Camii mimari açıdan gerçekten sevimli geldi bana. Etrafında başka yapılar da var, turistik açıdan gezmeye de müsait bu bölge gerçekten çok temizdi, bana daha fazla gezme, görme şevki verdi bu. Aslında ilk andan itibaren Kazan sokaklarının tertemiz olduğunu farketmiştim. Bol ziyaretçi alan yerler bile tertemizdi. Kazan şehri bu yönüyle çok hoşuma gitti.



Şu yapının ne binası olduğunu unuttum ama ilk gördüğüm anda beni büyülemişti!


Rusya'da en çok merak ettiğim yer olan Saint Petersburg'a gitme zamanımız gelmişti. İki şehir arasında 1200 KM'lik bir mesafe var, biz yataklı treni kullanmayı tercih ettik, 22 saat süren tren yolculuğu hayatımın en ilginç anılarından biri oldu. Hayatımda ilk kez bir tren yolculuğunda yatakta uyudum. Rusya'da bizim kullandığımız bu trenlerde kabin sistemi yoktu, herkesin yatağı koridora bakıyor. Alttaki yatak masaya dönüşebiliyor, üstteki yatak ise sabit. Yani sizin yeriniz üst yatak ise zaman geçirmek için oturacak bir yeriniz yok. Fakat gözlemlediğim kadarıyla rica ederseniz alt yatağın sahibi size çoğu zaman oturmanız için izin veriyor. Tabi küstahlık yapmazsanız. Bu konuya neden değindim, hemen anlatayım. Rusya'da yaptığım tren seyahatlerinden birinde bizim vagonumuza kör kütük sarhoş iki Rus denk geldi. Çok kötü kokuyorlar ve etrafa sürekli bağırıyorlardı. Arada bana da laf atsalar da dillerini anlamadığım için kendilerine sadece agresif bir yüz ifadesiyle karşılık verebildim. Neyse bu sarhoşlardan birisi üst yataklardan birisine bakıp duruyor ama anladığım kadarıyla alkolün etkisiyle tırmanmaya gözü yemiyor. Bu sırada birisinin yatağında oturuyor, sağa sola sallanıyor, uyumamak için kendini zor tutuyor. Eh bir anlığına uykuya yenik düşünce yanındaki yolcunun üzerine hafifçe düşüyor ve kıyamet kopuyor. Azarı yiyen sarhoş Rus artık son cesaret kırıntısı ile yatağına doğru bir hamle yapıyor ve tırmanıp saatler sürecek uykusuna başlıyor. Yani kimseye bulaşmadığınız sürece herkes birbirine çok saygılı, güler yüzlü. Yeter ki kişisel alanlarına müdahale etmeyin.
Trende her vagonda kazanlarda sıcak su kaynıyor, ücretsiz alabiliyorsunuz.

Yorucu olacağını tahmin ettiğim fakat hiç de öyle olmayan bir tren yolculuğundan sonra Saint Petersburg'a vardık. Şehre adım atmamla büyülenmem bir oldu. Tren garına yürüme mesafesinde bir otel seçmiştik. Otele koşar adımlarla giderek eşyalarımızı bırakıp şehri turlamaya başladık.

Peter olağanüstü güzellikte bir şehir. Basit cümlelerle tarif edilemez, şiir yazılmalı. Onu da ben beceremem. Gezebileceğimiz çoğu yerini yürüyerek gezdik. Daha ilk günden düzgün yürümemi engelleyen bir sağlık problemi yaşamama rağmen topallaya topallaya dolaştım. (Türkiye'ye döndüğümde sol menisküsümün hafif derecede yırtıldığını öğrendim)

Bu şehrin merkezinde yeni bina inşa etmek yasakmış. Evet yanlış duymadınız. Yani Peter sokaklarını gezerken çirkin binalara rastlayamıyorsunuz. Zamanda yolculuk yapılmış hissi veren caddeleri, sokakları, meydanları beni gerçekten çok büyüledi.

Şehrin büyüleyici mimarileri arasında bol yeşillik bulabileceğiniz yerler de var. Hiçbir yapıya dokunulmamış, gerçekten inanılmaz.


Bu şehir hakkındaki dedikodulardan birisi yaşamın çok pahalı olduğu. Evet, biraz lüks bir şehir diyebilirim ama gördüğünüz ilk restorana dalıp yemek yemeye kalkarsanız evet, oldukça pahalı. Ama biraz akıllıca davranırsanız karnınızı doyurabileceğiniz çok güzel yerler var. Mesela tabldot usulü yemek servisi olan bir lokantada 2 kişi 200 Ruble'ye (Yaklaşık 10 TL) karnımızı doyurduk. Çorba içtik, et yedik, çay içtik, üstüne bir çöreği bile paylaştık.


Rusya'da McDonalds'taki öğünler çok lezzetli. Ülkemizdekilerden ben et tadı alamıyorum ama buradakiler gerçekten çok lezzetliydi. 2-3 kez hamburger yedim, 1 kez kahvaltı ettim, gerçekten takdire şayan bir lezzetle karşılaştım.

Hayatımda ilk kez sushi denilen olayı burada tattım. Keşke denemeseydim. Ağzıma aldığım lokmayı 1-2 dakika boyunca yutmaya çalıştım ve sonunda zor da olsa başardım. Benim damak tadıma kesinlikle uymayan bir şey. Lezzet bile diyemiyorum. Bu da Rusya'daki en kötü anımdı. Allahtan Rusların bunda suçu yok. :)

Şehirde gezilecek çok yer var, parası olana gerçekten cennet gibi bir yer. Örneğin gece 12'de şehirdeki bütün köprüler açılarak gemilerin geçmesi sağlanılıyor. Şehir bunu güzel bir turistik etkinliğe çevirmiş. Bindiğiniz yat sizi bütün köprülerin açıldığı anlara yetiştiriyor ve çok özel bir deneyim yaşıyorsunuz.


Dediğim gibi şehri 1 ay dolaşsam yine bir yarımı burada bırakırdım.

3 günlük Peter macerasından sonra yine trenle Moskova'ya geçecektik. Sabaha karşı Moskova'ya vardığımızda havanın çok daha soğuk olduğunu farkettik. Garda metronun açılmasını bekledik ve gün ağardığında Moskova'nın o sembolleşmiş yerlerini gezmeye koyulduk.

Moskova'yı hiç beğenmedim. Sanki Rusya'da değildim, kaosun ortasına düşmüştüm. Ne etrafta Rus'a benzer birileri vardı, ne de etrafta sizi cezbedecek bir renk. Soğuk, renksiz bir şehir. İstanbul'a benzettim bu yüzden. İstanbul'u seven burayı da sever.

Zaten aynı gün trenle Moskova'dan ayrılacaktık, o yüzden fazla takılmadan bu renksiz şehri hızlıca dolaştık. Kızıl Meydan'dı, Nazım Hikmet'in mezarının bulunduğu Novodeviçi Mezarlığı'ydı gezdik.




Öğle vakti geldiğinde Moskova'dan Dimitrovgrad'a hareket edecek olan trene bindik. Burası Kazan'a 2-3 saat uzaklıkta yer alan ufak bir şehir. Buraya da yaklaşık 20 saat sürecek bir yolculuk ile varacaktık.

Dimitrovgrad'da  10 dakika da olsa araba kullanma şansı buldum. Bu ülkede araba kullanmak gerçekten çok rahat. Çok katı trafik kuralları var, insanlar da kurallara uymaya artık alışmış. O yüzden yaya da olsanız, sürücü de olsanız kendinizi yollarda çok rahat hissediyorsunuz.

Büyük bir kısmını yeşil alanların oluşturduğu Dimitrovgrad'ı da dolaştıktan sonra BlaBlaCar uygulaması ile bir araç bulup anlaştık ve aynı gün sorunsuz bir şekilde Kazan'a geri döndük.
Rusya'da BlaBlaCar çok popüler. Ülkemizde ben bile cesaret edip birisinin aracına binmem. Ama burada kadını, erkeği hiç korkmadan çok rahat ve ucuz bir şekilde yolculuk edecek araç bulabiliyorlar.

Kazan'a vardıktan sonra Rusya'daki yolculuk kısmı da böylece sona ermiş oldu. Rusya'daki son günlerimi de Kazan'da sakin bir şekilde geçirdim.

Çok güzel günler geçirdiğim Rusya'yı gerçekten çok beğendim. Hayatımın en güzel anısı burayı ziyaret etmek oldu diyebilirim. Ülkenin en büyük problemi soğuk havası. Soğuğu seven ben, Eylül ayında kışın geldiği Rusya'nın havasından biraz tırstım. Yine de çok güzeldi be!


24 Kasım 2016 Perşembe
Posted by Unknown

En sevdiğim albümler #1





     Spotify'da akşam müziğimi dinleyip bir yandan sohbetimi ederken elim bir anda In Flames'in "Clayman" isimli albümüne gitti. Hayranları genelde en iyi In Flames albümü konusunda ikiye bölünür. Clayman'ciler ve The Jester Race'ciler. Ben Clayman safında olsam da The Jester Race'e de bayıldığımı söylemeliyim.
      Neyse konumuza dönelim. Albümü dinlerken neden oturup şöyle kısa kısa, en sevdiğim albümleri tür gözetmeksizin sıralayım dedim. Biraz zihnimi zorlayıp başlıyorum:

_______________________________________________________________________________________
                            Vàli - Forlatt                           
NEOFOLK - ACOUSTIC

   Şu ana kadar en çok dinlediğim sanatçı Vàli imiş. Last.FM'in yalancısıyım. Hayatım boyunca dinlemekten de hiç sıkılacağımı zannetmiyorum. Özellikle Forlatt albümünü hiçbir şeye değişmem.
   Vàli hakkında bilinen tek şey yayınlanan iki albümün melodilerinin Norveç'ten yükseldiği. Gerisi tam bir gizem.
    Neofolk icra eden Vàli, şimdiye kadar iki albüm yayınladı. Forlatt (2004) ve Skogslandskap (2013) 
♫♫ Vàli - Naar Vinden Graater... ♫♫



_______________________________________________________________________________________
Blind Guardian - Nightfall in Middle-Earth
POWER METAL - CONCEPT ALBUM

   En sevdiğiniz müzik türlerinden birini icra eden bir grup geliyor en sevip, saygı duyduğunuz kitaba konsept albüm kaydediyor.  Blind Guardian'ın Nightfall in Middle-Earth isimli Silmarillion'un işlendiği albümden bahsediyorum!
   Silmarillion, okuduğum en kapsamlı kitaplardan birisiydi. Orta Dünya'nın, şu an içerisinde yaşadığımız evrenden daha çok ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Blind Guardian'ı bu noktada kutlamak lazım, böyle bir kitaba konsept albüm hazırlamak gerçekten olağanüstü bir kabiliyet ve çaba gerektiriyor. Albümün her şarkısı birer Orta Dünya bileti niteliğinde.  
     
   Sizleri albümde en sevdiğim şarkı ile, Fëanor'un laneti ile baş başa bırakıyorum. 
   "Curse Of Fëanor"'u her dinlediğimde Fëanor'un Melkor'a duyduğu öfkeyi iliklerimde hissediyorum.

♫♫ Blind Guardian - Curse Of Feanor ♫♫
    



_______________________________________________________________________________________

Draconian - The Burning Halo
DOOM METAL - GOTHIC METAL

   İsveç'ten babası çıksa dinleyecek her doom metal severin gözde gruplarından birisi olan Draconian'ın benim nazarımda da değeri çok büyük. Bir ıssız adaya düşsem ve yanıma bir doom albümü alacak olsam bu kesinlikle "The Burning Halo" olurdu sanırım. Zaten albümün içerisinde de en sevdiğim şarkılardan birisi olan "The Morningstar" var. Bu şarkının bende yeri çok ayrı. Dinlediğim ilk an ve ardından gelen o büyülenme hali. Müzikal açıdan ilk anda Death, Come Near Me kadar vurucu bir şarkı gibi gözükmese de bence şarkı sözlerini irdelediğimizde The Morningstar'da çok daha kuvvetli şeyler buluyorsunuz. Neyse sizleri şarkı ile baş başa bırakayım:

♫♫ Draconian - The Morningstar ♫♫



_______________________________________________________________________________________


Avatar - Schlacht
MELODIC DEATH METAL

    İsveç çıkışlı Avatar'ı, ilk albümlerini çıkardıkları zaman dinlemeye başlamıştım. Şimdi baktım da, sene 2006 imiş. Avatar, bu yıllarda bence hakettiği ilgi ve alakayı müzik severlerden göremedi. Hiç vakit kaybetmeden 2007 yılında Schlacht'ı çıkardılar. Grubun potansiyeli, neler yapabilecekleri bu albüm ile çok net anlaşılıyordu. Günlerce aralıksız olarak bu albümü dinlediğimi hatırlıyorum. Bu albümden sonra ise çok sıkı takip edemedim kendilerini fakat seneler sonra "Torn Apart" isimli şarkılarına çektikleri klibi izleyip ne kadar kaliteli işler yapmaya devam ettiklerine şahit oldum.
  
♫♫ Avatar - As It Is ♫♫





_______________________________________________________________________________________


Iron Maiden - Virtual XI
HEAVY METAL

   Öncelikle Virtual XI'in en sevdiğim Iron Maiden albümü olduğunu söylemek zorundayım. Bruce Dickinson'un gruptan ayrılmasıyla vokalist görevini üstlenen Blaze Bayley bu albümde kelimenin tam anlamıyla yardırmıştır. Dickinson gibi bir vokalin yerine geçmek kolay değil, bir kere eleştirilere açık ve hazır olmanız gerek, ne kadar başarılı olursanız olun. İşte bu noktada bence Blaze Bayley elinden gelenin fazlasını yaparak iki tane çok başarılı Iron Maiden albümüne imza attı. Kendi adıma konuşacak olursam, Virtual XI  benim için her şarkısını ezberleyene kadar dinlediğim, bir türlü eskimeyen büyülü bir albüm.

♫♫ Iron Maiden - Como Estais Amigos ♫♫


_______________________________________________________________________________________
Insomnium - Across The Dark
MELODIC DEATH METAL

    Melodic Death Metal'in Finlandiya şubesi Insomnium'un en sevdiğim albümü olan Across The Dark'ın benim için neden özel olduğundan bahsetmek istiyorum. Hani bazı şarkılar vardır, ilk dinlediğiniz anı hiç unutamazsınız. Şarkı ve mekan birbiriyle özdeşleşir, şarkı ortamı, ortam şarkıyı hatırlatır.
    Sene 2009, Insomnium'un yeni albümü çıkmış, bünyede büyük bir heyecan yaşanıyor. Okula giderken dinlerim diye albümü hemen müzik çalarıma yüklemiştim. Durakta Equivalence'nin altındaki başlat butonuna basıyorum ve karanlık bir atmosferin içine dalıyorum. Ardından Down With The Sun çalıyor ve evet, Güneş ile ben de batıyorum. Diyeceklerim bu kadar.


Chicago Mezbahaları - Upton Sinclair


    Upton Sinclair'in kaleme aldığı Chicago Mezbahaları'nı anlatmaya nasıl başlayacağımı gerçekten bilmiyorum. Kitabın her sayfası yüzünüze öyle güçlü yumruklar savuruyor ki daha kitap bitmeden sersemlemiş hale geliyorsunuz.
    Önce kitapla tanışma hikayemden biraz bahsedeyim. Orijinal ismi "The Jungle" olan bu kitabı bana tavsiye eden insan muhabbetimiz esnasında bu kitabı okuduktan sonra bir süre dışarıda et yemekleri yiyemediğini söylemişti. Ne tür gerçekler bir insanı bu kadar etkileyebilirdi? O kadar merak ettim ki hemen okumak isteği doğdu içimde. Fakat kitabın günümüzde aktif olarak basılmadığını öğrenince biraz hayal kırıklığına uğradığımı da söylemeliyim. Yine de bir gün bir sahafta rastlarım diye kitabın ismini aklımın bir köşesine işledim.
    Tam hafızamdan kitabın varlığı silinecek gibi olmuşken Devr-i Alem Sahaf'ta 1968 baskılı May Yayınları etiketli "Chicago Mezbahaları"nı buldum ve satın alıp hemen okumaya başladım!



     Chicago Mezbahaları Litvanyalı kahramanımız Jurgis Rudkus ve ailesinin Amerikan Rüyasını gerçekleştirmeye çalışmasını konu alıyor. Her şeyi göze alarak ülkelerini geride bırakıp Amerika'ya göç etmiş bu ailenin tek bir gayesi vardır; kapitalist düzende hayatta kalabilmek! Ama bu hiç ama hiç kolay değildir. Bütün masumiyetini bu düzen içinde yavaş yavaş kaybeden Jurgis'in hikayesi okuduğum en yürek yaralayıcı hikayelerden biriydi. Upton Sinclair yapmak istediği sistem eleştirisini çok iyi romanlaştırmış. Politik kurgu türünde okuduğum ilk kitaptı, fazlasıyla tatmin oldum.

     Kitaptan biraz daha detaylı bahsedecek olursak;  kahramanımız Jurgis, Amerika'ya gelmesiyle beraber mezbahaları ile ünlü Chicago bölgesinde ailesini geçindirmek adına harıl harıl iş aramaya başlar, girdiği her kapıda tabiri caizse ne iş olursa yapacağını söyler. Ekmeğin aslanın midesinde olduğu o yıllarda Jurgis bir mezbahada kendine bir iş bulmayı zor da olsa başarır. Başlarda işini hiç sorgulama niyetinde değildir, tek derdi çalışıp ayın sonunu getirebilmek, bunun yanında başını sokabilecek bir ev satın alabilmektir. Çok ucuza çalışıyor olsa da eve ekmek götürebilmektedir. Şimdi tek eksikleri kendilerine ait bir evdir. Burada "Kira öder gibi ev sahibi olun!" ilanı yardımlarına yetişir. Her şey güzel gidiyordur, Amerikan Rüyasını gerçekleştirmişlerdir! Fakat henüz farkında varamadıkları bir şey vardır, bu düzen her birimiyle kendilerini dolandırmaya ve ellerindeki her şeyi almaya programlanmıştır. Felaketlerin ardı arkası kesilmez, Amerikan Rüyası dedikleri şey aslında sonun başlangıcıdır.

    Sinclair, kapitalizm eleştirisi yapıp sosyalizmi desteklerken bunun yanında 1900'lü yıllardaki Amerikan gıda sektörünün içler acısı halini de bütün çıplaklığı ile okuyucuya aktarmayı amaçlamış. Hatta kitap bu konuda o kadar başarılı olmuş ki  kitabın yayınlanması ile o yıllarda Amerikan gıda yasalarında değişikliklere gidilmesi bir olmuş.

   
 Kitapta mezbahalarla ilgili şöyle bir cümle geçiyor, beni derinden etkiledi:

     "Burada domuzun çığlığından başka her şeyini kullanıyorlar."



Upton Sinclair, kendi kitabının yarattığı etkiyi ise şöyle açıklar:
"I aimed for the public's heart, and by accident I hit it in the stomach." 



Kitabı orijinal dilinde okumak isterseniz  yasal olarak şuradan ulaşabilirsiniz



Solaris - Stanislaw Lem


    Solaris, yani Stanislaw Lem'in en çok bilinen bilim kurgu romanı. Benim de uzun zamandır okumak istediğim, belki de doğru zamanı beklediğim bir kitaptı. Doğru zaman geldi, az önce ben de bu kültleşmiş psikolojik bilim kurgu romanını ağzım açık bir şekilde bitirmiş bulundum.
    Stanislaw Lem romanlarını çok seviyorum. Kendisinin kitaplarını bitirdiğinizde sofradan tok kalktığınızı hissedebiliyorsunuz. Olaylardan çok altlarında yatan fikirlerle ilgileniyorsanız emin olun bu kitap da size göre.
    

      

   Solaris tahmin edebileceğiniz üzere yine keşfedilmeyi bekleyen bir gezegendir. Dünyadan çok farklı yapıya sahip olan Solaris'i farklı kılan gezegenin bir okyanustan oluşması ve bu okyanusun aslında bir bilinçli bir organizma olmasıdır. Solaris, üzerinde yaşayan yabancılara karşı kelimenin tam anlamıyla bir psikolojik savaş açmaktadır. İnsanların hafızalarını kullanarak geçmişleriyle yüzleşmesine neden olan Solaris bu süreçten senelerce hep galip gelmiştir. 

    Kitaptaki kahramanımız Kevin, gezegeni inceleme göreviyle Solaris'e gönderilen bilim adamlarından sadece bir tanesidir. Gezegendeki daha ilk günlerinde bir şeylerin ters gittiğinin farkına varır. Zamanla o da Solaris tarafından sınanmaya başlanır, konu mankeni olarak da ölmüş karısı kullanılır. Kevin'ın zihni Solaris'le savaşmaya başlar. Bu psikolojik savaştan kim galip çıkacaktır?

    Kitabın konusuna baktığımızda klasik bir keşfedilmemiş gezegen ile karşılaşıyoruz, kabul ediyorum. Ama Solaris'in içine girdikçe aslında olay gezegenlikten çıkıyor, insanoğlunun içselliğine kayıyor. Lem bize yine bol bol soru sorduruyor, cevabını yine bizim vermemizi istiyor. Daha fazla detaylandırmak yerine ben biraz daha kitap üzerine düşüneceğim.

     İyi okumalar!





Aden - Stanislaw Lem


   Stanislaw Lem'in Gelecekbilim Kongresi isimli kitabının konusunu okuduğumda kitabı bir hayli merak edip hemen kitapçıya koşmuştum. Fakat İletişim Yayınları'nın kitabı artık basmadığını öğrenip sahafların yolunu tutsam da kitabın fiziksel kopyasını hiçbir şekilde bulamadım. Netteki haykırışlarıma kulak veren insanlar sayesinde e-kitap formatı bana ulaştırıldı, fakat en büyük hayalim bu kitabın fiziksel halini okumaktı, ne yalan söyleyeyim.

   Sağ olsun, Cem Yayınevi geçenlerde kitabı oldukça kötü bir kapakla ve birçok yazım hatası ile bastı, bana da kitabı hazmetmek kaldı. Kitapla olan deneyeyim müthişti, türü önemli değil, düşündüren kitaplar her zaman favorim olmuştur. Bu kitap da bunu fazlasıyla başarmıştı. Hemen yazarın diğer kitaplarını okumalıydım!
   
   İşte Gelecekbilim Kongresi'nden sonra okuduğum ikinci Lem kitabı olan "İletişim" etiketli Aden'le tanışma hikayem böyle oldu!


Kitaptan kısaca bahsedecek olursam;

     Bir gezegene zorunlu iniş yapan uzay gemimiz altı kişilik bir mürettebattan oluşmaktadır. Farklı uzmanlık alanına sahip bu kişiler bir yandan gezegen yüzeyine çakılan uzay gemilerini tamir edip bir an önce Aden'i terketmek istiyor olsalar da meraklarına yenik düşüp gezegeni keşfetme amacını da edinmişlerdir.
     Keşiflere büyük bir hızla başlayan ekibimiz gezegende karşılaştıkları şeylere hiçbir anlam veremezler. İnsanlara hiç benzemeyen ve anlamsızca birbirlerini katleden gezegen yerlileri, toplu mezarlar, kendi başına çalışan ve ne ürettiği belli olmayan fabrikalar vs. bilinmezliklerle doludur. Gezegende yer alan medeniyet kendilerininkine çok uzak ve soru işaretleriyle dolu olduğu çok açıktır. 

    Aden'i anlamak için bölge halkından biriyle bir şekilde iletişime geçmeleri şarttır!


Kişisel fikrim kitabın kesinlikle okuması gerektiği yönünde. Bilinmezliklerle dolu bir gezegeni ekip ile siz de keşfedip anlamaya çalışıyorsunuz. Ama klasik bir merak-sonuç ilişkisi bazlı heyecan dolu bir hikaye bekliyorsanız kitaba hiç yaklaşmayın. Kitapta yoğun bir şekilde tasvir var, çok ciddiyim. Kimi okuyucuyu sıkacağından eminim. Böyle ufak bir uyarı da yapmış olalım. Okuyacak olan varsa, iyi okumalar!

Kitabın yayınevi sayfasına şuradan ulaşabilir, kitaptan bir bölümü okuyabilirsiniz.

Ben şimdi uzay gemime atlayıp Lem'in diğer kitaplarını keşfetmeye devam edeceğim!





   







Lagarfljótsormur Efsanesi


Lagarfljótsormur, İzlanda sularında yaşadığı iddia edilen fakat varlığı bilimsel olarak kanıtlanmamış bir efsanevi yaratık. (Bu yaratıkların listesi için tıklayınız)

Efsaneye göre 1300'lü yıllarda İzlanda'nın Lagarfljót Gölü yakınlarında yaşayan bir anne, kızına altın bir yüzük verir. Küçük kız annesine bu yüzüğün bereketini nasıl arttırabileceğini sorar. Annesi de ona yakaladığı bir yılanın altında duracak şekilde bir sandıkta saklaması gerektiğini söyler. Kız bunu uygular fakat ters giden bir şey vardır. Yılan gün geçtikçe büyümeye başlar ve sandığa sığmayacak boyuta ulaşmaya başlar. Büyük bir korku yaşayan kız, sandığı panik içinde olduğu gibi göle atar. Gölde büyümeye devam eden yılanımsı yaratık, etrafa zehir saçarak şehirde terör estiren bir efsanevi yaratık haline gelir.

O günden bu yana bu yaratığın hala hayatta olduğuna inanılıyor. Hatta bu efsanevi yaratığı yakın zamanda çıplak gözle gördüğünü iddia edenler de oluyormuş.  Şubat 2012'de çekilen şöyle bir videoda görülebildiği gibi.

İzlandalıların turizm amaçlı uydurduğu bir Van Gölü Canavarı hamlesi midir, değil midir, karar vermek size kalmış. Gerçekçi olup devasa bir kürek balığı olarak yorumlamak gerekse de insanın aklı efsanelere kaymıyor değil. :)


Konu ile alakalı bir belgesel bölümü de mevcut.





Hafızanın Boşlukları Arasında... (Entre les Trous de la Memoire)


6-7 yaşındayım... Annem elimden tutmuş, okula götürüyor beni. Pisido'ya uğruyoruz. Gün henüz ağarmamış, içerisi karanlık. Poğaça istediğimizde "Çıktı mı bir aşağıya bakayım" diye yanıt alıyoruz. Beklemeye geçmişken kafamı kaldırıyorum ve bir tablo görüyorum. Ağzım açık, tabloyu izlemeye koyuluyorum. Bir şey anladığım yok, sadece hayranlıkla bakıyorum. Saydam vücutlu kadınlar ilgimi çekiyor. Sonra duvardaki eğik asılmış çerçeveye gözüm kayıyor. Sonra yanan kitapların dumanını izliyorum. Aa tüten duman şimdi de gemiden çıkıyor. "Entre les Trous de la Memoire"nin içerisindeyim, merhaba!





(Elimdeki en yüksek çözünürlüklü haline buradan ulaşılabilir)

"Entre les Trous de la Memoire" ile tanışmam işte tam böyle oluyor. Anlamı "Hafızanın Boşlukları Arasında" olan bu tablo İsviçreli ressam Dominique Appia'nın oldukça ünlü bir eseri. 20 seneye yakın zaman geçti, hala acaba bir detay yakalar mıyım diye tabloyu incelerim.



Tabloyla ilgili izlenimlerime gelecek olursak;

Tabloyla ilgili en çok ilgimi çeken detay, zemindeki çökmeden dolayı her sene biraz daha eğilen Pisa Kule'sini içeren fotoğraf çerçevesinin eğik asılmış olması. Buradaki mesaj çok açık. Hiçbir şey mükemmel değildir ve kişinin/nesnelerin kusurları onları sevmemize engel değildir, yeter ki sevmek isteyelim.

Tabloda yer alan kadınların (bana göre ikisi de aynı kişi) cinsel organlarının bir kısmının saydam olması da bir başka detay. Bu detay, kadınların sadece cinsel obje olarak görülmesine bir tepki olabilir.

Yanan kitaplar direkt Fahrenheit 451'i getiriyor aklıma. Kitabı okuyanlar ne demek istediğimi anlayacaktır.

Kitapların bir kısmı yanarken hala okumaya devam eden kadın burada çok önemli. O kapının ardında görünen gemi ve içeri dolan su onun hayal gücü. O deniz suyu süzüle süzüle gelip o kitap yangınını söndürecek!
(Bu arada gemideki logonun ne olduğunu çok merak ediyorum)

Yorumlamakta en zorlandığım kısım ayakta duran kadını izleyen adam figürü. Geçmişinden biri olduğunu varsayıyorum en fazla. Sürekli onu izliyor, peşini bırakmıyor. Kadın ise odanın bir kısmını hayal gücünün yardımı ile doldurup seyre dalmış. Belki de elinde tuttuğu kitap o odadaki hayalleri kurmasına yardımcı oldu.

Bu tablo ile ilgili yazıya dökebildiğim düşüncelerim böyle. Her baktığımda bir şeyler yakalamaya çalışıyorum, çoğu zaman başarıyorum da.


Seneler önce bu tablonun puzzle'ını bulup büyük bir zevkle yapmıştım. Çerçeveletip duvara astığımda sürekli düzeltmeme rağmen eğri durduğunu farkettim. Bu durum beni sürekli gülümsetir.






Çözünürlük çok yüksek olmadığı için tabloda çizilmiş kütüphanedeki kitapların isimlerinin çoğu okunmuyor. Okuyabildiklerimi şöyle listeledim.
-"Decameron"
-"Symboles" isimli bir kitap (Ansiklopedi tarzı bir şey olduğunu zannediyorum)
-"En Habit de Cheval" isimli bir kitap

Dominique Appia'nın torununun dedesiyle ilgili bilgiler verdiği blog sayfasına da şuradan ulaşılabilir.


Popular Post

- Copyright © Raven Bey -Metrominimalist- Powered by Blogger - Designed by Johanes Djogan -